Kelime-i tevhidin nuru güzel sıfatlardan birinin üzerine doğacak olursa onun karşılığı olan kötü sıfatlardan birinin karanlığı gider. Meselâ, tevhidin nuru sır üzerine yansırsa tabiat aydınlanır. Tevhid nuru ruhu aydınlatırsa beşeriyet aydınlanır. Onun nuru kalbe doğarsa nefsin karanlığı gider. Zira güzel sıfatlar letafet açısından şeffaf bir cevher gibi olup karşılığı olan şeyleri de aydınlatır. Karanlık bir odadaki kandil içinde bulunan lambanın ışığı kandilden geçerek nasıl tüm odayı aydınlatırsa, aynen bunun gibi, güzel sıfatlara doğan tevhid nuru da onun karşısındaki kötü sıfatları aydınlatır. Kelime-i tevhid lamba, güzel sıfatlar kandil, kötü sıfatlar karanlık bir oda mesabesindedir. Lambanın ışığının kandili, kandilin ışığının odayı aydınlattığı gibi, kelime-i tevhid nuru da güzel sıfatlar üzerinden kötü sıfatlara ulaşıp onların karanlığını giderir. Buna işaretle Kur'ân-ı Kerîm'de, "O'nun nuru içinde lamba bulunan bir kandile benzer. O lamba cam içindedir. Cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır" (Nûr 24/35) buyurulmuştur. Bu hususu açıklayacak bir misal de ışık yansımasıdır. Karşılıklı bulunan cisimler birbirlerinden aldıkları ışıkları yansıtırlar. Nitekim güneş ışığı bir duvara vurduğunda, duvar almış olduğu bu ışığı karşısında bulunan şeye, o şey de başka bir şeye yansıtır. Bu yansıma kesif bir cisim tarafından ışığın emilmesine kadar devam eder. Bu olay bu dünyada bu şekilde olur. Gayb âleminde ise daha üst bir boyutta tecelli eder. Yani bu dünyadaki yansıma gayb âlemindekine göre küçük ve basittir. Kâinatta yansıma nasıl gerçekleşiyorsa küçük bir kâinat niteliğinde olan insanda da bu durum aynen gerçekleşir. Kelime-i tevhid nuru, güzel sıfat ve latifelerden birini aydınlattıktan sonra onun yanındaki diğer latifeleri de aydınlatır. Örneğin, önce himmeti aydınlatır, oradan sırra, sırdan ruha, ruhtan kalbe yansıyarak diğer kısımları dolaşır. Çünkü bu kısımlardan her biri bir diğerinin karşısındadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, ışığın yansıması için cisimlerin karşılıklı durması lâzımdır. Güneş ışığının kesif bir cisme vurduğunda, ışığın bu cisim tarafından emilmesi gibi, sendeki kötü sıfatlar da bâzan bu nurun yansımasına engel teşkil eder. Göğün latif oluşu nedeniyle güneş ışınları bu dünyaya ulaşabilmektedir. Eğer güneş ışığının önüne bulut gibi kesif bir şey geçerse, ışık bu tabakadan öteye geçemez. Güzel sıfatlar ve manevî cevherler, ulvî âleme ait şeylerdir. Kötü sıfatlar ise süflî âlemi oluşturur. İnsanın manevî yönünü oluşturan sıfatlardan himmet, ulvî âlemdeki arş
hükmündedir. Diğer yedi manevî sıfat ve cevherler de yedi kat sema mesabesindedir. İnsanın kötü tarafını oluşturan sıfatlar da yedi kat yer gibidir. Ulvî âlem gayet latif olduğu için ışığın bir kısımdan diğerine geçmesine mâni olmaz. Bu sebeple güzel sıfatlar ulvî âleme nisbet edilir. Süflî (maddî) âlem son derece kesif (yoğun, katı, donuk) olduğu için ışığın bir kısımdan diğerine geçmesine engel olur. Kötü sıfatlar da bu yüzden süflî âleme benzer. Manevî cevherlerin hepsi nurdur; kötü sıfatların hepsi karanlıktır. Bu iki âlem gölgenin güneşi, gecenin gündüzü takip etmesi gibi birbirini izler. Gündüzden giden her parçayı gece, geceden giden her parçayı da gündüz izler. Böylece Allah Teâlâ, "Geceyi gündüze, gündüzü geceye katar." Senin gecen, kötü sıfatların sana hâkim olmasıdır. Gündüzün de güzel sıfatların ve manevî cevherlerinle yaşadığın güzel haldir. "Lâ ilahe" sözü ile kalınıp "hiçbir ilâh yoktur" diyerek kul şirk karanlıklarına düşerse, bu karanlık ondaki güzel sıfatların nurunu yok eder. Böylece güzel sıfatlar, kötü sıfatlara dönüşür. Vahdâniyyet güneşi ferdâniyyet burcundan illallah semalarında parlayıp, karanlıktan ibaret olan kötü sıfatları aydınlatacak olursa karanlıklar o an söner; kötü sıfatların gider, yerine güzel sıfatların gelir. Demek ki "lâ ilâhe"nin meskeni adlî varlığın; "illallah"ınki ise f azlî varlığındır. "Lâ ilahe" karanlık olduğu için senin karanlık yerinde, "illallah" nur olduğu için senin nurlu yerindedir. "Lâ ilahe" çizgisi "illallah"ın ispat çizgisine bitiştiğinde ispatın nurları inkârın karanlıkları üzerine yansır. Böylece ikisi birden nur ve ispat olur. inkârın karanlıkları ispat nuruyla gider. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Hakkı bâtılın başına çarparız ve onu paramparça eder. Böylece bâtıl ortadan kalkar" (Enbiyâ 21/18) buyurulmuştur. İşte, nefyin (inkârın) karanlığı isbatın nuruyla silindiğinde kötü sıfatların, varlığın aydınlanır ve tüm kısımlarıyla güzel sıfatlara intikal eder. Böylece kötü his iyi hisse, meşguliyet fehme, hevâ akla, nefis fesadı gönüle döner. Nefis, kalp olur. Beşerî haller ruha, kötü huy sırra, şeytan meleğe intikal eder. Peygamber Efendimizin, "Benim de şeytanım vardı, fakat müslüman oldu" (Müslim, Münâfıkîn, 69-70; Tirmizî, Radâ', 17; Nesâî, Nisa, 4;Ahmed, Müsned, 1/285, 397, 401) sözü buna işaret eder. Ey kardeşim, bilmiş ol ki, sâlik için üç mertebe vardır. Bunlardan birincisi âlem-i fena, ikincisi âlem-i cezbe, üçüncüsü âlem-i kabzadır. Eğer sen âlem-i fenada isen "lâ ilahe illallah", âlem-i cezbede isen "Allah", âlem-i kabzada isen "hüve" zikrine devam et. Âlem-i fenada yürüdüğün müddetçe kötü sıfatların sana galip gelir. Âlem-i cezbe yolunu takip ettiğin müddetçe güzel sıfatların sana galebe çalar. Seni boyunduruk altına alan şey adlî varlığın ve kötü huyların olduğu için âlem-i fenada zikrin "lâ ilahe illallah" olsun. Âlem-i cezbede ise zikrin "Allah" olsun. Çünkü seni egemenliğinde bulunduran şey f azlî varlığın ve iyi huylarındır. "Lâ ilahe illallah"ın özelliği her türlü kötü sıfatları yıkması ve yok etmesidir. "Allah" kelimesinin özelliği, iyi sıfatları takviye etmesi ve onu çirkin davranışlardan arıtmasıdır. Âlem-i fenada olduğun müddetçe şana galip olan kötü sıfatları yıkmaya ve yok etmeye ihtiyaç duyarsın. Âlem-i cezbede bulunduğun zaman, takviye ve tenzihe ihtiyaç hissedersin. Çünkü sana galip gelen iyi sıfatlardır. Âlem-i kabzada "hüve" demelisin. Çünkü bu âleme ulaştığın anda sendeki kötü sıfatların bulanıklığı gitmiş, güzel sıfatların ışıkları seni aydınlatmış demektir. Burada Cenâb-ı Hak vasıtasız olarak sana tasarruf eder. Bundan sonra sen kendine nisbetle yok, O'na nisbetle varsındır. Kendine nisbetle fâni, O'na nisbetle bâkisindir. Sen bu âlemde zikrini "hüve" yap. Zira mevcut ve baki olan "hüve"dir. Bizim âlem-i fena dememiz sâlik ve müridlerin nefislerini orada fâni kılmaları ve kötü sıfatlarını yok etmeleri nedeniyledir. Âlem-i cezbe olarak adlandırışımızın sebebi ise müridin orada yüce melikin cezbesine kapılmasıdır. Âlem-i kabza ise müridin Allah'a teslim olduğu ve Hak Teâlâ'nın onda vasıtasız tasarruf ettiği makam demektir. İşte bu saydıklarımız müridin mertebe ve makamlarıdır.