Hamd, şanı yüce olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (s.a.v), onun âl ve ashabının üzerine olsun!...
İslâm âleminin mümtaz simalarından olan imam Gazâlî, Peygamberimiz Muhammed Mustafa'dan (s.a.v) rivayet edilen, "Lâ ilahe illallah benim kalemdir. Bu kaleye giren kimse azabımdan kurtulur" (Ebû Nuaym, Hilye, 3/224; Deylemi, Firdevsü'l-Ahbâr, nr.4458; el Câmiu's-Sagir, nr. 6048; a.mlf., ed-Dürrü'l-Mensûr, 4/293) mealindeki kudsî hadisi şu şekilde izah ediyor:
Lâ ilahe illallah, büyük bir kale ve tevhidin bayrağıdır. Bu kaleye sığınanlar ebedî saadet ve sonsuz nimeti; bu kaleye girmeyip de dışarıda kalanlar ebedî şekavet ve azabı hak ederler. Eğer bu kelime [kelime-i tevhid] senin kalbini çepeçevre kuşatan bir sur olmazsa ve bu kelimenin ruhu, kalbinin içine yerleşmez; tevhidin saltanatı, nefsini, hevâ ve hevesten korumayıp şeytanlar kalbine girerse, kalenin dışında kalmışsın demektir. Sadece dilinle "lâ ilahe illallah" demenin pek bir kıymeti yoktur.
O halde bu kelimeden nasibinin ne kadar olduğunu iyice düşün! Şayet tevhidin mânasını kavramış, ruhuna nüfuz etmişsen, "Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla [nurla] desteklemiştir" (Mücâdele 58/22) mealindeki âyet-i kerimede ifadesini bulan, mahlûkatın efendisi Hz. Muhammed (s.a.v) ve yüz yirmi bin küsur nebinin nasibi olan nimete kavuşmuşsun demektir.
Böylece dünya ve âhiret mahsulâtını elde eder, her iki cihanda saadete erer, velîler defterine yazılır ve "âlem-i f azl"dan (Âlem-i fazl, Allah Teâlâ'nın özel ihsan ve ikramıyla muamele edip hidayete erdirdiği kimselere denir. Zıddı âlem-i adidir. Âlem-i adi, yüce Allah'ın adaletiyle muamele edip özel yardımını çektiği ve nefislerine terk edip küfür içinde bıraktığı kimselerdir. Kısaca, âlem-i fazi, cennetlik olan müminler; âlem-i adl ise cehennemlik olan kâfir ve münafıklardır. Ayrıca bu iki tabir, onların sıfatlarını anlatmak için de kullanılmıştır. Kitabın ileriki sayfalarında konuyla ilgili geniş açıklamalar mevcuttur. (çev.)) sayılırsın. Zira Allah Teâlâ bu hususa dikkat çekerek, "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel dosttur. Bu büyük nimet Allah'tandır. Her şeyi lâyıkıyla bilen olarak Allah yeter" buyurmuştur. (Nisa 4/69-70) Şayet tevhidden nasibin bu kelimeyi sadece dille söylemekten ibaretse; bu durumda şu âyetin anlattığı kimselerden olursun: "Bedeviler, 'İman ettik' dediler. De ki: Siz iman etmediniz. Fakat 'İslâm'a girdik' deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve resulüne itaat ederseniz, Allah yaptığınız güzel amellerden hiçbirinin sevabını size eksik vermez. Allah gafurdur, rahimdir." (Hucurât 49/14) Bu âyette açıklandığı gibi, dil ile "lâ ilahe illallah" deyip bırakmak, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Kâ'b b. Selûl ve yüz bin münafığın yaptığı bir iştir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu duruma işaret edilerek, şöyle buyurulmuştur: "Ey Muhammed! Münafıklar sana gelince; 'Senin şüphesiz Allah'ın resulü olduğuna şehâdet ederiz' derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu, bunun yanında münafıkların yalancı olduklarını bilir." (Münâfikûn 63/1) İşte bu durumda sen, dünya ve âhirette hüsrana uğramış kimselerden olursun ki bu hal apaçık bir ziyandır. Bu hal içinde âlem-i adl'in yani cehennemliklerin (Âlem-i adi, az önce açıklandı (çev.)) ve Allah düşmanlarının defterine kaydedilirsin. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı da bulamayacaksın" (Nisa 4/145) buyurulmuştur. "Lâ ilahe illallah" bir kaledir. Fakat münafıklar ona karşı iftira ve yalan mancınığını kurarak tahrip gülleleri atmışlar, şekavet ve nifak balyozlarıyla onu yıkmaya yeltenmişlerdir. Bu gibi kimselerin içine düşman girip tevhidin izlerini yok etmiş, onun fiillere yansıyan güzelliğini karartmış, bu güzelliğin neşvünema bulacağı kalplerini tarumar edip onlardan kelime-i tevhidin mânasını almış ve onları kupkuru suretle baş başa bırakmıştır. Bunun için hadiste, "Doğrusu Allah sizin suretlerinize değil, sadece kalplerinize bakar" buyurulmuştur. (Müslim, Birr, 33; İbn Mâce, Zühd, 9; Ahmed, Müsned, 2/285) "Lâ ilahe illallah"ın mânası gitmiş sadece birtakım harfler ve lakırdılar kalmışsa bu, kelime-i tevhid kalesinin mânadan yoksun bir şekilde yalnızca dille anılmasıdır. Nasıl ki dil ile "ateş" demek dili yakmıyor, "su" demek harareti gidermiyor, "ekmek" demek karnı doyurmuyor, "kılıç" demek vücudu kesmiyorsa; aynı şekilde, sadece dille kelime-i tevhidi söylemek de kişiyi kötülüklerden (Allah'ın rızası dahilinde olmayan hallerden) alıkoymaz. Halk arasında söylenegelen bir söz vardır: "Ateş demekle hiçbir kimsenin dili yanmayacağı gibi; bin kere 'altın, altın' demekle de hiç kimse zengin olmaz. Söz kabuk, mâna özdür. Söz sedef ise, mâna incidir. Öz olmayınca kabuğu neylersin. İncisi olmayan sedef neye yarar. Kelime-i tevhidin sözcükleri ve mânası, beden ile ruh gibidir. Ruhsuz beden bir işe yaramadığı gibi, bu ifade de [kelime-i tevhid] mâna olmaksızın hiçbir fayda sağlamaz. Âlem-i fazl (cennetlik müminler), kelime-i tevhidin hem suretini hem de mânasını alıp, suretiyle dışlarını, manasıyla içlerini süslemiştir. Böylece dünya ve âhiret nimetlerini elde etmişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm onların hak üzere olduklarına şehâdet ederek kendilerini şöyle tasdik etmiştir: "Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri O'ndan başka ilâh olmadığına şahitlik etmişlerdir.
O'ndan başka ilâh yoktur. O azizdir, hakimdir." (Âl-i İmrân3/18) Âlem-i adl (kâfir ve münafıklar) ise kelime-i tevhidin mânasını değil, suretini aldılar. Münafıklar dilleriyle iman ettik dediler, fakat içlerini küfür kirleriyle boyadılar. Bu sebeple kalpleri simsiyah ve kapkaranlıktır. Onlar, zahiren müslümanız diyerek ve iyi görünerek, (ganimet ve can güvenliği gibi) birtakım dünyevî menfaatlerine ulaştılar. Oysaki yarın kudret-i ilâhiyyeden bir rüzgâr esip, onların zayıf ışığını söndürerek, onları küfürlerinin karanlığında bırakıverecektir. Nitekim onların bu durumu âyette şu şekilde tasvir edilmiştir: "Onlar çevresini aydınlatmak için ateş yakan kimseye benzerler ki, Allah ışıklarını karartınca onları karanlıklar içinde kör bir halde bırakmıştır. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden doğru yola dönmezler. (Bakara 2/17-18) Diğer bir âyette, "Allah münafıkların yalancı olduklarını bilir." (Münâfikûn63/1) buyurularak, onların yalancı olduğu açıkça ifade edilmiştir. Hevâ ve hevesine, altın ve gümüşüne kulluk edip duruyorken, "lâ ilahe illallah" demen bir mâna ifade eder mi? Bu halde sana, "Ey inananlar! Yapmadığınız bir şey hakkında niçin yaptığınızı söylersiniz. Yapmadığınız şeyi yaptığınızı söylemeniz Allah katında büyük bir suçtur" (Saf 61/2-3) şeklinde hitap edilir ve yalancılığın yüzüne vurulursa cevabın ne olacaktır? Kur'ân-ı Kerîm'deki şu âyetten ders almak lâzımdır: "Hevâ ve hevesini ilâh edinen, bilgisi olduğu hâlde Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Düşünmez (tefekkür etmez) misiniz?" (Câsiye 45/23) Sen nefsinin kötü arzularına tâbi olmakta, altın ve gümüşe her şeyin üzerinde kıymet vermektesin. Hadiste uyarıldığı gibi; altına, gümüşe ve güzel elbiselere kıymet verip rağbet eden kimse, gerçekten helak olmuştur. (Buhârî, Rikak, 10; Cihâd, 70; İbn Mâce, Zühd, 8) Bütün ilgini ailene ve evine yöneltmiş, mal ve çoluk-çocuğuna meyletmişken tam anlamıyla "lâ ilahe illallah" diyemezsin. Zira fiiliyatın yalanladığı her söz reddedilir. Dile değil, hale bakılır; lisan-ı hal, lisan-ı kâlden daha fasihtir. Her daim "lâ ilahe illallah" diyerek eğer kalbinde mâna meyvesi oluşmuşsa, Allah'tan başka birine sığınman, başkasından korkman ve yardım istemen gerekmez. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Sen 'lâ ilahe illallah' der ve bizden başkasıyla ünsiyet peyda edersen, ne biz senin için oluruz, ne de sen bizim için... Kim Allah içinse, Allah da onun içindir. Kim O'na karşı huşu duyarsa Allah o kimseyi korur. Kulum! Niçin benden başkasına sığınırsın! Halbuki her şeyin dizgini benim elimdedir. Ben mülkün gerçek sahibiyim ve mülkümde dilediğim gibi tasarruf ederim. Bu âlemde ancak benim dilediğim olur ve her şey ancak benim irademle vuku bulur. O halde benden başkasına sığınma! Benim rahmetimden ümidini kesme! Zira ancak kâfirler benim rahmetimden ümidini keser. Cezamdan sadece gönlü beni arzulayanlar kurtulabilir." Yüce Allah, "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, doğrusu kâfirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez" (Yûsuf 12/87) âyetiyle bu gerçeği teyit etmiştir. "Lâ ilahe illallah" lafzını sadece dilinle söylüyor ve bu sözün kalbinde hiçbir semeresi olmuyorsa sen münafıksın. Eğer kelime-i tevhidin mânası kalbinde ise mümin, ruhunda ise âşık, sırrında ise hakikati keşfetmiş bir kimsesin. Birinci nevi iman avama, ikincisi havâssa (seçkin kullara), üçüncüsü havâss-ı havâssa (en seçkin kullara) aittir. Birinci iman, sadece doğru haberi tasdik etmekle elde edilir. İkincisine, kalbin nurla açılıp basiret sahibi olmasıyla ulaşılır. Üçüncü kısım ise iman ise, keşfe ulaşıp Hakk'ı müşahedenin meyvesidir. Kalbin tasdikinden yoksun, yalnızca dille iman ettiğini söyleyen bir kimse olmaktan sakın! Çünkü, kelime-i tevhid kıyamet günü senin aleyhinde şahitlik edip, "Ey Allah'ım! Ben bu kişiyle bunca yıl beraber oldum, bir kere dahi bana hürmet etmedi, hakkımı ödemedi!" diyecek. Demek ki bu kelime senin lehinde veya aleyhinde şahitlik edecektir. Gerçek bir mümin isen lehinde; kâfir veya münafık isen aleyhinde şahitlik edecek. Kelime-i tevhid, müminler cennete girene kadar onların lehinde; kâfirler cehenneme gidene kadar onların aleyhinde şahitlik eder. İşte, "İnsanların bir kısmı cennete, bir kısmı da çılgın alevlerin bulunduğu cehenneme girer." (Şûra 42/7) âyet-i kerimesi bu noktaya işaret eder.